resimler




















ARKADAŞLAR BUNLARIN HEPSİNİ YUMURCAK'TA Kİ KARGÖZ GÖSTERİSİNDEN ÇEKTİM.

KUKLA



Kukla; Elle veya iplerle hareket ettirilerek oynatılan küçük bebekler. Kukla oyunları çocukların en büyük eğlencesi ve onun tabii tiyatrosudur. Kuklanın tarihi hemen hemen beşeriyet kadar eskidir. Çocuk eline geçen bir ağaç parçasını insan farz ederek onu hareket ettirip oynattığı zamandan itibaren kukla doğmuştur. Çocukların böyle bebeklerle oynaması ve onu konuşturması en iptidai insanlardan beri devam edegelmektedir. Eski Mısır'daki bir çok çocuk mezarlarında bulunan ve milattan üç dört bin sene evvellerine ait olan ağaç veya fildişinden yapılmış bebekler bize bunu göstermektedir. Çünkü Mısır'lılar ölümden sonra yaşandığına inandıkları için mezarlarına bebeklerini de koyarlardı. Yine Mısır kabartmalarından birinde kukla oynatan bir kuklacının resmi görülmüştür ki bu da kukla oyunlarının ne kadar eski olduğunu anlatılmaktadır.. Eski Yunanistan'da da pişmiş topraktan yapılmış bebekler bulunmuştur. Tiyatroya meraklı olan Yunanlılar hususi küçük sahneler kurarak kuklalarla temsiller vermişlerdir. Büyük tiyatroların orta yerine konulan eğreti sahnelerde oynatılan bu kuklaları binlerce halkın görebilmesi için insan büyüklüğünde yaparlarmış. Bunların mekanizmaları da çok mükemmel olduğu tarihi yazılardan anlaşılmaktadır. Sahnenin önünde duran bir adam da ağzına tuttuğu bir boru ile bu kuklaların söylemesi lazım gelen sözleri yüksek sesle söylermiş. Bu tiyatrolarda umumiyetle zamanın filozofları, siyasi ricali, muharrirleri ve şairleri taklid edilir ve onlarla alay edilerek halkı eğlendirirlermiş.
Eski Romalılarda da kukla oyunları yapıldığı yazılı vesikalardan anlaşılmaktadır. Orta Çağda da kukla oyunlarına tesadüf edilmektedir. Bunlar ekseriya panayırlarda görülürdü. Seyyar kuklacılar şehir şehir dolaşarak hemen kuruverdikleri küçük sahneciklerde kukla oynatarak halkı ve çocukları eğlendirirlerdi. Fakat o devirlerde sihirbazlığın uğradığı takibat ve cezadan dolayı, bunların bir şeytan işi olduğuna itikad edilerek öldürülmekten korkan be kuklacılar oynattıkları kuklaların mekanizmasını ve iplerini aynı zamanda halka göstermek suretiyle tehlikeden âzade olmaya çalışırlardı. Bunlar şatolara ve saraylara da giderek orada temsiller verirlermiş.
Feodalite (Derebeylikler) devrinde Avrupa medeniyeti büyük bir atalet içinde idi. Rönesans devrini açmakla bu atalatten kendini ilk kurtaran İtalya'da bütün sanatlar gibi sahne sanatları da inkişafa (ilerlemeye) başlamış ve halkta yeni bir tiyatro zevki uyanmıştı.. Her tarafta küçük küçük tiyatrolar kuruluyor, meydanlarda halka temsiller veriliyordu. Bunlar arasında kukla tiyatroları da görülüyordu. Kuklacılar hemen dört direk dikerek üstüne bir kırmızı bez gerer ve içine girip etrafa toplanan halka ve çocuklara gülünçlü piyesler oynatırlardı. Bu kukla oyunları artık tiyatro gibi piyesler oynatırlardı. sahne eşhası arasında en mühim rolü oynayan kuklanın ismi Polliçinello idi. Bu şahsiyet karakter itibariyle bizdeki
Karagöz'ün mukabili idi. Başında beyaz bir külah, sırtında gömlekle çıkar, uzun burunlu ve tuhaf simalı olup hareket ve sözleriyle herkesi güldürürdü. Alt taraftan bunun gömleği içine el sokulup tutularak ve parmaklarla kolları ve başı hareket ettirilerek oynatılan bu kuklaların belden aşağı kısımları görülmezdi ki bu nevi kuklalara el kuklası (Fr. Marionette) denir. Polliçinello denilen bu kukla oyunları İtalya'nın her tarafında çoğalmış ve rağbet kazanmıştı. Bunlar o zamanki hakiki sahne artistlerine benzeyen kuklalar yapmışlar ve onları taklid etmeğe başlamışlardı. İşte Arlekin, Pierot, Kassandr, Skaramuş gibi kukla eşhasına verilen isimler o zamanlardan kalmadır. Rasgelen yere sahnesini kurarak kukla oynatanlar ancak oyun sonunda para toplamak suretiyle para kazanırlardı. İtalya'nın büyük şehirlerindeki tiyatrolara zarar vermemek için bir zamanlar bu kuklaların açıkta oynaması yasak edilmiş ve kapalı yerlerde de ancak güneş batıncaya kadar oynayabilmeleri serbest bırakılmıştı.
XVII. Asırda İtalyanlar bir nevi kukla daha icad ettiler ki bu kuklalar yukarı taraftan iplerle oynatılırdı. Bu nevi kuklaların başına ve elleriyle ayaklarına bağlı olan iplikler yukarıdan çekilmek suretiyle kukla hareket ettirilirdi. Bu vechile artık el kuklalarında gösterilemeyen belden aşağı kısımları göstermek çaresi bulunmuştu.
İpli kukla dediğimiz bu kuklalara Fantoccini ismi verildi ki Fransızlar evvelkine Marionette veya Guingol (Ginyo) ve iple oynatılanlara Fantoche (Fatoş) derler. Kukla oyunlarında ipli kuklalarla büyük bir terakki (ilerleme) elde edilmiştir. Âdeta insan gibi hareket eden ve her vaziyeti alan kuklalar yapıldı. Bu kuklaların halk tarafından alkışlandığı vakit eğilerek selam vermeleri ve elini göğsüne koyup nezaketle çekile çekile kulise girmeleri seyircileri hayran ediyordu. Kuklalar hiç bir zaman tabii vaziyetleri tamamen taklid edemedikleri ve daima mübalağalı hareketler yaptıkları için sanat bakımından daha güzel bir tesir bırakıyor ve hoşa gidiyordu ki kuklanın en mühim ciheti de hareketlerinin böyle mizahi olmasındandır. Bunları oynatmak da öbür el kuklalarından daha güçtür. İpleri birbirine karıştırmaksızın her hareketi yaptırabilmek ve aynı zamanda konuşturabilmek kolay bir iş değildir. Bu âdeta keman çalmak gibi uzun bir melekeye ve büyük bir maharete muhtaç bir sanattır. Bu Fantocciniler yani ipli kuklalar öyle sokakta ve meydanlarda da oynatılmazdı. Küçük bir tiyatroları ve bir de hafif orkestraları olurdu. Gayet güzel elbiseler ve dekorlarla şarkılı oyunlar ve operetler de oynarlardı. Bu her iki nevi kukla İtalya'dan dünyanın her yanına yayıldı. Her millet bunlara kendi karakterini vererek millileştirdi.
Fransa'da en ziyade rağbet edilen oyunlar Fransız şövalyelerinin kılıç kalkanla döğüşmelerini gösteren oyunlardı. Bunlara sade çocuklar ve halk değil, hatta münevver (aydın) tabaka da çok alaka gösterirdi. Meşhur hikayeci Charles Perrault bile yazılarında bu çocuk işi gibi görünen büyük bir haz duyduğunu ve bunların terbiye üzerine olan mühim tesirini zikretmiştir.
Fransa'da el kuklalarına marionette denilmesi orada her küçük kıza Küçük Mari manasına bu ismin kullanılmasındandır. Çünkü o zamanları küçük kızlar bebeklerine hep bu ismi koyarlardı. Fransızlar kuklanın baş rolünü oynayan Polliçinello'nun ismini Polichinelle yaptılar ve onun göğsüne ve sırtına birer kambur ilave ederek daha tuhaflaştırdılar. XVII. Asır ortalarında Fransa kralı VII. Charles'ın İtalya seferinden sonra Fransa'da inkişaf eden kukla tiyatrosu pek moda olmuştu. saraylar ve şatolarda kukla oynatılırdı. Bu sebeple birçok İtalyan kuklacıları Fransa'ya göç etmeye başladılar.
1640 da Pierre Brioche ismindeki bir sokak dişçisi Paris'te Pont Neuf (Yeni köprü) üstünde bir seki kurarak üstüne bir kuklacı yerleştirmek suretiyle halkı çekmek çaresini bulmuştu.
Kukla oynarken dişçi de halk arasından isteyenlerin dişini çeker ve bu suretle acısını duyurmazdı. Pierre Brioche kuklanın dişçilikten fazla kazanç temin ettiğini görünce mesleğini bırakarak kuklacılığa başladı ve kral XIV. Louis'nin sarayına çağırılarak orada prensleri eğlendirir bu suretle günde yirmi altın kadar kazanırdı.
Sonraları İsviçre'ye giderek kukla oynatmaya başladı. Fakat orada sihirbazlıkla itham olundu ve bebklerini nasıl oynattığını göstererek ölüm cezasından güç bela kurtuldu. Onun oğlu François de babasından daha meşhur bir kuklacı oldu.
Kral XIV. Louis, Briocha'a yirmi sene Paris'in her tarafında kukla oynakma imtiyazı vermişti. Bu tiyatroya ilk oynadığı muzıkalı bir piyesin ismi olan Pygmees ismi verilmişti. Pygmees denilen bu tiyatro o zamanın müzik akademisi olan opera kadar büyük muvaffakiyet (başarı) kazanmış ve âdeta ona bir rakip olmuştu. Operanın müraacatı üzerine Kral, kuklacı Grille'in kuklalarını yasak ettirdi. O da o vakit bir çocuk tiyatrosu yaptı fakat çok muvaffakiyet elde edemedi. Biraz sonra yine kuklalarına başladı fakat operanın müdahale ile yine menolundu (yasaklandı). Opera ile kukla arasındaki bu mücadele bir müddet devam etti. Sonra yalnız bir veya iki kuklanın karşı karşıya konuşmasına ve söyleyenin ağzına behemahal bir düdük alarak sahne artistlerine benzememesi şartiyle oynamasına müsaade edildi.
Komedi Fransız ve opera aritstleri kendilerini taklid eden bu küçük artistleri çekemiyor ve onları büsbütün ortadan kaldırmak istiyorlardı. Mütemadiyen krala müraccat ederek kukla tiyatrolarının yasak edilmesini rica ediyorlardı. Kuklalar bir gün menediliyor öbür gün yine başlıyor ve operayı talid ederek şarkılarına devam ediyorlardı. Hakiki artistleri taklid eden bu oyunlar halkı çok güldürüyordu. Poliçinello sahneye çıkınca tıpkı büyük artistler gibi halkı selamlıyor ve söyleyeceklerini söylüyordu. Halkın bunlara çok sempatisi vardı, kuklacılar da buna dayanarak hayatlarını kazanmak yolunda her gün mücadele ediyorlardı. Gün geldi ki bu âdeta bir hükümet meselesi oldu. Halk derin ve sıkıcı edebiyatla meşgul olacak yerde bu kolay anlaşılır şeyleri dinlemek ve eğlenmeyi tercih ediyordu. Bu yüzden tiyatro müşterileri azalıyordu.
17. Asırda Paris'in panayırlarında kukla tiyatroları âdet olmuştu. Bu 1660 dan 1670 e kadar devam etti. Bu esnada kuklaya olan rağbet diğer tiyatrolara zarar vermesi düşünülerek tiyatroların başladığı saatlerde kukla oynatılması yasak edildi. 18. asırda kukla oyunları daha çoğaldı. Artık her türlü piyesler oynanıyordu. Bahusus zamanın aktörleri ve piyesleri tehzil (alay) edilerek karikatürleştirilmek suretiyle temsil olunuyordu.
1741 de en mâruf (tanınmış) kukla tiyatrosu direktörü Bienfait isminde bir adamdı. 1749 da kralın huzurunda kukla oynatmaya muvaffak olan bu zat çok şöhret kazanmıştı. Fakat bu tarihten sonra inhitata (düşmeye) yüz tuttu. Artık tiyatro sanatından ve edebiyattan uzaklaştı ve mihaniki hareketlerde ilerlemeye başladı. Bienfait ile başlayan bu yeni tarz kukla sahnelerinde fırtınalar, batan gemiler vesaire gibi şeyler gösterilmeye başlandı. Fakat panayır halkı bu tarz a o kadar rağbet göstermiyordu. 1768 de Nicollet ismindeki bir kuklacı Paris'te yeni açılan Temple bulvarı üzerinde bir baraka kiralayarak kukla oynatıyordu. Kazandığı para ile bir kâgir tiyatro inşaasına muvaffak oldu. Bu tiyatroda cambazlar, kuklalar, marifetli hayvanlar gösteriliyordu. Bilâhare Palais-Royal'deki tiyatroda kukla oyunları gösterilmeye başlandı. 1784 de bizim karagöz'e benzeyen Çin gölgeleri yani Çin hayal oyunları moda olmuştu. Büyük ihtilal esnasında bu tiyatro devam devam etti ve buna kukla da ilave edildi. Bunu yapan Seraphin ismindeki sanatkar aynı zamanda bu oyunları siyasete bir propoganda olarak da kullanıyordu. Bundan sonra ihtilal esnasında kukla da ortadan kalktı.
O zamanları Poliçinello nereye saklandı, fakat 1820 de tekrar meydana çıktı. Sahneyi terk eden bu kukla eski zamanlarda olduğu gibi açıkta bir iskemle üzerinde iple hareket ettirilir şekilde ortaya çıktı, yaya kaldırımları üzerinde oynamaya başladı. Elinde bir çalgı veya ağzında bir düdük çalarak dizine bağlı bir iple bunları oynatan ve bu emeklerine mukabil halktan para toplayanlar görüldü. Bazı İtalyanlar ve Çingeneler de sokaklarda ve köşe başlarında kurdukları bezden bir küçük perde arkasına diz çökerek bu kuklaları oynatmak suretiyle beş on kuruş kazanmağa çalıştılar. Artık kukla fakirleşmiş ve bir dilenci mahiyetini almıştı. Fakat 19. asırda yine gençliğin merakını ve rağbetini çekerek küçük tiyatrolarda ve Paris'in Tuileries gibi güzel bahçelerinde çocuklara temsiller vermeğe başlamıştı. Ağaçların gölgelerinde kurulan kukla tiyatroları etrafına toplanan çocuklar ve büyükler kuşların cıvıltıları arasında bu güzel oyunları seyreder ve vakit geçirirlerdi. Bu kuklacılar arasında Anatol isminde büyük bir artist vardı. Üçüncü Napoleon zamanında saraya kabul edilmiş ve oyunlar vermişti. Bu zât 1897 de ölmüştür.
Lyon şehrindeki kuklalar da meşhurdur. 1803 de Lyon'da Laurent Mourguet isminde bir kuklacı da epey tanınmıştır.
İpli kuklayı tekâmül ettirerek (geliştirerek) âdeta canlı bir hâle koyan İngiliz Thomas Holden'dir. Bu zat 1875 de Paris'e gelerek temsiller vermiştir. Thomas holden 1888 de İstanbul'a da gelmiş ve oyunlar vermişti. Bu zat kuklacıdan ziyade bir hokkabazdı. Bunun kukla oyunları tiyatro ve sözden ziyade bebek hareketleri ve mekanizması noktasından harikulade şeylerdi. Bunları eğer on beşinci asırda göstermiş olsaydı mutlaka sihirbazlıkla ittiham olunarak yakılırdı. Ondan sonra Charles ve Alfred kardeşler zuhur etti ve Holden kadar hünerli kuklalar gösterdiler. Bunlar Paris'te Robert Houdin ismindeki hokkabazın ismini taşıyan tiyatroda oynatılıyordu. Hanvelt ismini alan kuklacı Charles minimini bir orkestra heyetini makinalarla tahrik ederek çalgı çaldırıyor ve sahnede şarkı söyleyen bebeklere refakat ettiriyordu. Önlerindeki kukladan orkestra şefi de bu esnada değneğini sallayarak tempo tutuyordu. Hatta küçük sahnenin iki tarafında küçük localar yapılmış ve bunlarda oturan kuklalar ellerinde dürbünlerle sahneye bakıp seyretmek hareketini yapıyorlardı.
1880 de de Henri Signoret ismindeki bir zat bir kukla tiyatrosu yaptı. Bu tiyatro fevkalade idi. Bunda bütün Yunan klasikleri ve Shakespeare'in eserleri oynandı. Bunun bebekleri iple oynatılmayıp aşağıdan makine ile oynatılıyordu. Her bebek bir mile takılı olup altındaki bir kutuya raptedilmiş mandallarla âzaları hareket ettriliyor ve dışarıdan ayaklarına kadar görülüyordu. Bu kuklaları seyreden muharrir Anatole France yazılarında onları seyretmekten duyduğu haz ve zevki uzun uzadıya anlatmaktadır."Aktörler beni şahıslarıyla meşgul ettikleri için piyese vereceğim dikkati daima azaltmaktadırlar. halbuki kuklaları seyrederken yalnız piyesle meşgul oluyorum"
Kuklanın Fransa'daki bu tarihi İspanya , Almanya ve İngiltere gibi memleketlerde de geçirdiği safhalar hakkında bir fikir vermektedir.
Çin'de ve Japonya'da da hayli zamandan beri kukla mevcut olduğu kitaplar ve resimlerden anlaşılmaktadır.
İspanya'da kuklaya Karakuri Ningyo derler ki oynayan bebek manasındadır. Bunun bizim
Karagöz tâbirine benzemesi tetkike şâyandır. Bazı kitaplardan anlaşıldığına göre Japonlarda ipli kuklanın zuhuru 1700 den sonradır. Japonya'da ipli kuklaları Yuki Magosaburo'da bir adam icad etmiş ve bütün hareketleri iplerle idare etmek suretiyle oynanan bu kukla tiyatrosunu vücuda getirmiştir. Şimdi yalnız Bunrakuza denilen tarzı kalmıştır. Bu tarz 1799-1800 seneleri arasında taammüm eden bir usuldur. Bunlar klasik Japon tiyatrosunun bütün oyunlarını oynarlardı. Bu kuklaları oynatanlar kukla sahnesinde gizli olmayıp siyah siyah elbiselerle dururlar ve kendilerini bu suretle görünmekten biraz saklarlar. İçeriden de koro heyeti şarkı söyler ve muzıka ile kuklalar raksettirilir. Bunlar Polliçinello veya Ginyol tarzındaki kukla tiyatrolarıdır.
İran'da da bu el kuklaları oynatılmaktadır. İran'da bu kukla tiyatrolarındaki baş rolü oynayana Keçel Pehlivan derler, bunun bir ismi de bînam dır ki adsız anlamına gelir.
Türklerde Kukla
Türkler dînen pek iyi görülmeyen mücessem suretler yerine perde üzerinde hayal göstermeği ve deriden kesilmiş resimlerle oyunlar temsil etmeyi tercih eylediğinden Türkiye'de hayli zaman kukla taammüm edememiştir.
Türkiye'de
kukla oynatılması XVIII. asırdan sonra olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar el kuklalarıdır. İtalya'dan gelen bu tarz kukla oyunları sokaklarda oynatılırdı. Arkasında katlanmış bir bezli paravana ve boynunda kayışlarla asılı bir küçük sandık olduğu halde mahalleleri dolaşan kuklacılar ağızlarında sakladıkları bir dilli düdükle çatlak bir ses çıkararak sokaktan geçerler ve evlerden çağırılınca bir iki dakika içinde bu paravanayı kurar ve ağzındaki düdükle şarkılarına devam ederek sandıktan kuklaları çıkarıp paravananın üst kenarından göstererek maskaralıklara başlardı.
Büyük burunlu, koca başlı, iri gözlü olan ve İtalyanların Polliçinellosunu taklid eden bu kuklaya Karagöz veya İbiş derlerdi. Bunun bir adı da Baba Nuh veya Baba Ruhi'dir ki sonradan
Beberuhi denmiştir. Bu ibiş Fransızların polişineline muadildir, fakat onun gibi arkasaında veya önünde kamburu yoktur; yalnız burnu büyüktür ve başında uzun püsküllü bir uzun fesi vardır ki hareket ettikçe bu uzun püskül fırıl fırıl döner. O da garp polişineli gibi eline aldığı uzunca bir sopa ile herkesi döğer. Mesela karşısına çıkan zorba bir Arnavut ile aralarında şöyle bir sahne geçer.
Arnavut "Tuna da çırpar bezini, Ha mori mori" diye bağırdıkça ibiş korkusundan titrer "bırrrrrr" diye bağırır ve arnavutu taklit eder. Arnavut derdini dökerek ibişin efendisinin kızını sevdiğini ve onu almağa geldiğini anlatır. İbiş olmaz falan derse de anlatamaz, dur gideyim getireyim der ve içeri gider. Sonra yavaşça sopasıyla gelerek al sana kız diye yapıştırır ve Arnavut'u öldürür. Yanına yaklaşarak ölüp ölmediğini sorar, cevabı alamayınca öldüğünü anlayarak korkup kaçar. Arnavut perdenin kenarına asılı kalır. O esnada papazlar gelir, başlarını birbirlerine vurarak dualar ederler ve ölüyü kaldırırlar. Sonra İbişi yakalamak için zaptiye gelir, ibiş onları da bir güzel pataklar, o esnada adaleti temsil eden canavar gelip ibişi burnundan yakalar ve bağırta bağırta götürür. Bu canavar kıllı ve boynuzlu yuvarlak bir mahluktur. Rumlar bu ibişe fasuli derler. O vakit kuklacıların ekserisi Rum olduğu için bazı Rum mahallelerinde Rumca olarak oynatılırdı.
Düğünlerde hokkabazlık hünerleri gösteren yahudi hokkabazlar da sabaha karşı ateşbazî oyunları yapmadan evvel
kukla oynatırlardı. Bu kuklalar Karagöz oyunlarının bir taklidinden başka bir şey değildi.
Sonraları
ipli kukla oynatılmaya başlandı. Hokkabazlar hemen renkli bezlerle bir sahne kurup içine gererek arkasına geçer ve ipe bağlı kuklaları odanın zemini üzerinde hareket ettirmek suretiyle oyunlar gösterirlerdi. Fakat bu kuklalar tabii olmayıp yalnız sözlerinin tuhaflığıyla alaka uyandıran kaba ve nisbetsiz bebeklerden ibaretti. El kuklalarında olduğu gibi bunlarda da Karagöz ve ibiş orta oyunundaki Kavuklu rolünü yapar muhtelif ırktan insanlarla görüşür, onlarla alay eder ve elindeki sopasıyla rast geleni döverek halkı güldürürdü.
Oyunlar umumiyetle ibişin dayak atarak öldürdüğü bir şahsiyetin iki papaz tarafından dua okunarak kaldırılması ve bu esnada alelacaip bir umacının gelip ibişi yakalaması ve bağırta bağırta götürmesiyle biterdi.
Yahudi hokkabazların oynattıkları ipli kuklalarda da eşek, deve gibi şekiller ve rakkaseler gösterilir ve içeriden def çalınarak şarkı söylenir ve zillerle bu çengiler oynatılırdı.
Bunlardan başka Kağıthane Göksuyu gibi mesire yerlerinde de çingenelerin oynattıkları kuklalar vardı. Bunlar dört köşe bir tahta iskemle üstüne dizilmiş iki veya dört bebeğin dönerek ve zıplayarak oynamasından ibaretti. Bu kuklacıya ekseriye bir kemancı refakat ederve o keman çalarken kuklacı da parmaklarına taktığı ipleri çekmek suretiyle birer amud mil üstüne geçirilmiş olan bebekleri çevirerek ve şarkı söyleyerek zıplatırdı.
Kuklacı parmaklarına bağladığı ipleri çektikçe bunlar çubuklarla beraber hem döner hem de zıplarlardı. Kuklacı aynı zamanda elinde bir def çalar ve şarkı söylerken yanında da keman veya kemençe ile bir diğeri çalgı çalardı. Bu kuklalar yarım asırdan beri rağbeti kaybederek ortadan kalkmış ve yerini sokak kuklacılarına bırakmıştı.
Türkiye'de kukla yarım asırdan evveline kadar bu nevilerden ibaretti. O esnalarda İngiliz kuklacılarından yukarıda zikrettiğimiz Thomas Holden isminde biri İstanbul'a gelmiş ve meşhur olan kuklalarını ilk defa Beyoğlunda Tokatlıyan Oteli yerinde olup yanmış olan Fransız tiyatrosunda temsiller vermişti.
Büyük tiyatro sahnesi içine kurulan daha küçük sahnede oynatılan ve elli altmış santimetre kadar boyunda olan bu kuklalar tabii insan gibi hareket ediyor, yürüyor, koşuyor, muzıka çalıyor, cambazlıklar yapıyor ve pandomimler oynuyordu. fakat bunlarda söz hemen yok gibi idi. Bütün ehemmiyet kuklaların hareketlerine verilmişti.
O vakit daha elektrik ziyası bulunmadığından sahnenin ışıkları hava gazıyla temin ediliyor ve karşıdan ziya vermek için oksijenle yakılan kömürlü reflektörler kullanılıyordu.Böyle bir şeyi görmemiş olan İstanbul halkı bu kukla sahnesine hayran oldu. Temsilin sonunda gösterilen bir cennet manzarası büyükleri bile o derece hayret ve heyecan içinde bırakıyordu ki bu sahneyi tekrar tekrar görmek için gelenler pek çoktu. Bu sahne şöyle geçiyordu;
Güzel musiki ile ön perde açılmasıyla hemen arkasında bir tül perde görünür ve bunun arkasından üstüne pullar ve renkli parlak madeni kağıtlarla yapılmış garip garip çiçekler ve tezyinatlı yirmi otuz kadartül perde kat kat açıldıkça çıplak kızların ve kanatlı meleklerin oldukları yerde yavaş yavaş dödükleri ve bu esnada sahnenin arkasından bir güneş zuhur ederek altından sular akmaya başladığı ve çağlayan şeklinde sahnenin önüne kadar şarıldaya şarıldaya köpükler içinde geldiği görülür ve böylece temsile nihayet verilirdi.
Bu kuklalar İstanbul'da bir temaşa hadisesi olmuştu. Herkes bunun nasıl oynatıldığını merak ediyor ve piyano gibi makineleri olduğunu zannediyordu.
Holden esrarının anlaşılmaması için hiç kimseyi sahneye sokmuyor ve oyundan sonra tekmil bebekleri kaldırıp sandıklarına koyduğu gibi içeride de daimi bir bekçi bekletiyordu.
Holden'den bir müddet sonra Mızıka-ı Humayun denilen ve şimdi Dolmabahçe üstündeki teknik üniversite binasında bulunan bir müessese vardı ki bir konservatuar halinde olan bu müessesenin vazifesi padişaha orkestra, bando, tiyatro,
orta oyunu, karagöz gibi eğlenceleri tertiplemek ve saray ziyafetlerinde muzıka çalmaktı. Burada çalışanlar aynı zamanda asker telakki edilir ve Harbiye Nezaretine bağlı olup, Mızıka-ı Humayun reisi namıyla bir de askeri paşanın idaresi altında bulunurdu. Çoğu zabit rütbesinde bulunan bu sanatkarlar orkestra, bando, tiyatro vesaire şubelere ayrılmış olup herkes kendi ihtisası dahilinde çalışırdı. Hatta bunların terbiyesiyle meşgul olmak üzere ecnebi memleketlerden büyük mütehassıslar da getirilmişti. Meşhur musikişinas Donizetti de vaktiyle burada muallimlik etmiş ve kendisine Paşa ünvanı verilmişti.
Bu heyete dahil olan Halim Bey ismindeki bir muzıkalı, saray tiyatrosunda huzur-u humayunda komik Naşid ile beraber temsiller verirdi. Halim Bey'in kışlada bir odası vardı. O, bu odada bir kukla sahnesi kurarak yaptığı bebekleri uzun müddet prova etmiş ve Holden gibi oynatmaya muvaffak olmuştur. halim Bey bir gece Yıldız'daki saray tiyatrosunda sahnesini kurarak Abdulhamt'in huzurunda bu kuklaları oynattı.
Numaraları arasında Holden de olduğu gibi bir iskelet oyunu vardı. Sahneye bir iskelet çıkıyor, dans ediyor ve kemikleri dağılarak yine toplanıyordu. Bu esnada mühim bir hadise oldu. Bunu seyreden küçük sultanlardan biri bayıldı. Bunun üzerine telaş eden Abdulhamit tiyatroyu paydos ettirdi ve bir daha Halim Beyi sarayına çağırmadı.
Artık kukla oyunu afaroz edilmişti. Böyle bir inkisar-i hayale uğrayan ve ümit ettiği mükafat ve terakkiye mazhar olamayan Halim Bey de odasına çekilerek kendi kendine çalışmaya başladı. Nihayet mızıka-ı humayundan istifa edip bu kuklalarla dışarıda halka temaşalar göstermek hevesine düştü. İşte Türkiyede ilk defa bu tarz ipli kukla da bu suretle zuhur etti.

Karagiozis



Ramazan ayı denince eskiden en önemli eğlence Karagözdü.Bunu eskilerin ağzından defalarca duydum.Zaten bu Karagöz’e ilgim ve aşırı sevgim onu meslek olarak da benimsememe hayatımı uğruna feda edercesine senelerdir çaba sarfetmeme neden oldu.Yalnız manen tatmin olmak insanı bir süre sonra mutlu etmiyor.Acımasız hayat koşulları kişiyi karamsar yapıyor.Bundan bir kaç yıl önce Bursa da festival için çeşitli ülke sanatçılarıyla beraberdik.İçlerinde bize en yakın Yunanistanlı sanatçılardı.Kendilerinin stilleri tamamen farklı olan eri herkesçe malumdur.Bazıları Yunanlılar Karagöz’ü bizden çaldı diyorlar.Halbuki biz kendi değerlerimizi bile bile başkalarına bırakıyoruz.Bugün Karagöz hızla acı sona yaklaşıyor.Nedeni ilgisizlik ve maddi olanakların esirgenmesi.Yunanlı meslektaşım bize sordu.Senede kaç gösteri yapıyorsunuz?İlgi nasıl?Maddi tatmin var mı?Tabi kol kırılır yen içinde kalır.Laf karıştırdım ve başka konulara daldık.Fakat gerçekler çok acı.Onların ve bizim koşullarımız çok farklı.Senede 10-11 ay devamlı gösterileri var.Maddi kazançları çok çok iyi.Oyun başına aldığı ücret süper.Ayrıca bu sanatçı ve diğerlerinin yazlık ve kışlık evleri var.Ayrıca hepsi iyi bir arabaya sahip.Onlarla bizim aramızdaki farklar apaçık ortada.Biz de sanatçı hayattayken kıymeti bilinmez ve de ne zorluklar çekiyor kimseyi ilgilendirmez.Son senelerde Karagöz’e ilgi varsa da işin ehli olmayan kişiler ortaya çıkıp sanatı daha da hızla batırıyorlar.Türkiye UNIMA milli merkezi acele olarak bakanlıklar arası çalışmalarla gerçek sanatı ve birkaç iyi sanatçıyı destekleyerek yurt içinde ve dışında erozyona uğrayan bu geleneksel sanatı komadan çıkarmayı başarmalıdır.Belki çeşitli kurumlar,bankalar ,değerli sanatsever iş adamlarımız gerek sanata,gerekse resim sanatının önemli bir dalı olan Karagöz tasvirlerine sahip çıkarak bundan sonrada bu sanatı yürütmek isteyen yetenekli gençlerimizin yetişmesine ülkemiz yararına destek olurlar.Böylece komşumuz sanatçıları bize gıpta ederler.Bir gün bilmeden konuşanların dediği gibi Karagiozis’i KARAGÖZ diye gerçekten kendileri sahiplenmez.Her ne kadar kusur ettikse affola, mübarek Ramazan ayı güzel ülkemize hayırlı ola.

Karagöz Ustası Hayali Saf Deri METİN ÖZLEN 26.06.2004

Karagöz Tekniği


Karagöz oyunu ortalama 1x1,2 m. boyutlarında beyaz bir perde arkasından oynatılır. Yarı saydamlaştırılıp boyanmış 35 cm. boyutundaki tasvirler, oynatıcının elindeki sopalara takılıp perdeye değdirilerek, konularına göre hareket ettirilir. Tasvirler tiplerinin özelliklerine göre kol, bacak, baş, diz gibi eklem yerleri oynak olarak yapılır.

Perdenin arkasında yakılan bir ışıkla aydınlatılır…
Karagöz tek sanatçının gösterisidir. "Hayali" veya "Hayalbaz" denilen sanatçı hem görüntüleri hareket ettirir, hem de kişinin özelliğine göre sesini değiştirerek her birini ayrı konuşturur. Çırak, perdenin hazırlanmasını, oynanacak fasılın görüntülerini seçip, sıraya koymaktan başka, ayrıca ustanın yanında bu sanatın öğrencisidir. Çırağın da yardımcısı "Sandıkkâr" adını alır, o da çırağa yardımcı olur. Tam bir fasıl dağarcığı için gerekli bütün görüntülerin tümüne "Hayal Sandığı" denildiği için, oyun takımıyla görevli olanın adı da "Sandıkkâr"dır. Oyunlarda şarkıları, türküleri okuyanlara "Yardak", tef çalan yardımcıya da “Dayrezen” denilir.
Karagöz görüntüleri kalın deriden, özellikle deve derisinden yapılır. Bunun daha önceleri düve derisi olduğu ileri sürülmektedir. Deriyi işlemek için çeşitli işlemler vardır. Renklendirme için kök boyalar ya da renkli çini mürekkepleri kullanılır. Oynak eklemli parçalar birbirine kiriş, kursak, tel veya naylon iple bağlanır. Değneklerin geçeceği delikler yuvarlak ikinci bir deri parçası dikilerek kalınca bir yuva haline getirilir.
Perdeye gelince; Kıyıları çiçekli bezden, "Ayna" denilen ortasındaki beyaz kısmı, mermerşahi patiskadandır. Perdenin arkasında ve tabanında perdenin çerçevesine iplerle tutturulmuş "Peş Tahtası" denilen bir raf bulunur. Buraya perdeyi ve görüntüleri aydınlatan "Meşale" konulur.
Kaynak: Metin And “Geleneksel Türk Tiyatrosu” - Raif KAPLANOĞLU

Karagöz ve Hacivat gerçekten yaşadı mı?


Karagöz ve Hacivat'ın yaşamış gerçek kişiler olup olmadığı bir tartışma konusudur. Gölge oyununun bu iki kahramanı halkın gönlünde yüzyıllarca öyle yerleşmişlerdir ki, halk onları gerçekten yaşamış kişiler olarak görmek istemiştir. Bu nedenle bazı söylencelerle onların gerçekten yaşadıkları ileri sürülmüştür.
Bu söylencelerden biri; Sultan Orhan devrinde Karagöz’ün demirci, Hacivat’ın da duvarcı olduğu, Bursa'da bir camii inşasında çalıştıkları, söyleşmeleri ile öteki işçileri oyaladıkları, bu yüzden camii yapımının gecikmesi üzerine sultanın onları ölümle cezalandırdığı şeklindedir. Ancak Sultan, bir süre sonra iç acısı çekmeye başlar. Padişahın acısını dindirmek isteyen Şeyh Kûşteri, bir perde kurdurarak Hacivat'la Karagöz'ün deriden yapılmış tasvirlerini perde arkasında oynatıp onların şakalarını tekrarlayarak padişahı avutur. Bu söylencenin dört çeşitlemesi vardır.
İkinci söylentiyi Evliya Çelebi'de buluyoruz: Ona göre, (Hacivat) Hacı İvaz, Selçuklular çağında Mekke'den Bursa'ya gidip gelen Yorkça Halil adıyla da anılan tanınmış biriydi. Karagöz ise İstanbul Tekfuru, Konstantin'in seyisiydi. Sofyozlu Bali Çelebi olarak da anılırdı. Yılda bir kez, Tekfur kendisini Selçuklu Sultanına gönderirdi. O da bu ziyaretleri sırasında Hacivat ile buluşup sohbet ederdi. Hayal-i Zilli (Hayal Oyunu) sanatçıları da onların söyleşmelerini gölge oyunu olarak oynatırlardı.
Nitekim günümüze dek Karagöz'ün gerçek veya yapıntı bir kişi olup olmadığına dair basında uzunca tartışmalar olmuş.
Bu tartışmalardan birinde Filibeli Mithat Bey’in Bursa Belediye Başkanı Muhittin Bey’e bir mektubu yayınlanmıştır. Mektup sahibi 1333 yılında Hisar'daki Ortapazar Medresesi kitaplığında, "Hayat ve Menakıb-i Kara Oğuz ve Hacı Ehvad" adında bir kitabın bulunduğunu, sonra bir yangında yanmış olduğunu belirtir.
Mektubun devamında Karagöz'ün Orhaneli Karakeçili aşiretinden “Kara Oğuz” adını taşıyan bir köylü olduğu, fakat bu adın daha sonra “Kara Öküz”e çevrildiği, arkadaşı “Hacı Ahvad” ile birlikte düzenledikleri oyunların Şeyh Küşteri'nin ilgisini çektiğini ve “Kara Öküz”ü "Karagöz"e çevirdiğini ileri sürer.
Bu söylenceler arasında bir de Hacivat’ın “Hacı İvad Paşa” olduğu yolunda bir görüş vardır. Bir başka söylenceye göre ise Türkler “Karagöz”ü “Karakuş”tan bozmuşlardır. Karakuş, üzerine çeşitli halk hikayeleri, fıkralar üretilmiş olan Selahaddin-i Eyyubi’nin subaylarından ve devlet adamlarından olan Bahaeddin Karakuş’tur.
Bursa Kadı Sicilleri üzerinde uzun yıllar araştırma yapan Araştırmacı Yazar Kamil Kepecioğlu rastladığı 1507 tarihli bir belgede, “Abdullah oğlu Karagöz adlı bir kişinin Pirinç Hanı'nın tuğla ve kiremitleri sağlamakla görevli olup, bu işi teslim etmeden öldüğünün yazılı olduğunu belirtir. Bu nedenle belgede geçen Karagöz'ün, gölge oyununa kaynak olan Karagöz olabileceğini savunur.
Kaynak: Metin And “Geleneksel Türk Tiyatrosu”Raif Kaplanoğlu

Bir Şiir...



Perde kurdum ışık yaktım.
Açıldı, Bursa’da bahtım.
Ulucami yapısında,
Rastladım bir tuhaf adama!..
Adı Karagöz, kendi derbeder...
Biz konuşunca etraf, seyreder.
Padişah sordu:
Neden işler yürümez aceb!..”
dediler: “bu iki kişi sebep...”
Padişah köpürdü.
İkimizin de başını götürdü.
Bunu duyan Şeyh Küşteri,
Yaptı deriden birer suret,
“İşte Karagöz ile Hacıvat, seyret!..”

VİDEOLAR



TASVİR YAPIMI BÖLÜM-1

TASVİR YAPIMI BÖLÜM-2

OYUN REPERTUARI




Karagöz oyununun klasik dağarcığı 28 oyundan ibarettir. Bu rakam Ramazan ayında ibadetle geçirilmesi gereken “Kadir Gecesi” dışındaki gecelerin sayısına denktir. Ne var ki, bilinen karagöz oyun sayısı bu rakamın üstünde olup, karagöz sanatçıları Ramazan aylarında onlar arasından seçtikleri 28 oyunla kendilerine göre bir repertuar oluştururlardı.

Karagöz oyunları 2 ana bölüme ayrılır.
1- Kâr-i Kadim (eski zaman işi, klasik) oyunlar;
Abdal Bekçi, Ağalık, Bahçe, Balık, Büyük Evlenme, Canbazlar, Cazular, Çeşme, Ferhad ile Şirin, Hamam, Kanlı Kavak, Kanlı Nigar, Kayık, Kırgınlar, Mandıra, Meyhane, Orman, Ödüllü Pehlivanlar, Salıncak, Sünnet, Şairlik, Tahir ile Zühre, Tahmis, Ters Evlenme, Tımarhane, Yalova Safâsı, Yazıcı.
2- Nev - icâd (yeni uydurulmuş, modern) oyunlar;
Aşçılık, Bakkal(Yangın), Bursalı Leyla, Cincilik, Eczane, Hain Kahya, Hançerli Hanım, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Sahte Esirci vb...

Karagöz günlük olaylara açık bir sanat türü olduğundan, zamanın eğilimi ve ilgisi göz önünde bulundurularak, dağarcığa her devirde yeni yeni oyunlar eklenmiştir. Sözgelimi, Tanzimat’tan sonra bir yandan Hançerli Hanım, Tayyarzade gibi halk hikayeleri Karagöz’e uyarlanırken, diğer yandan da edebiyatımızın batıya yönelişine paralel olarak, Ahmed Mithad’ın Hüseyin Fellâh romanıyla, Molliere’in Zoraki Hekim( Karagöz’ün Hekimliği) komedyası Karagöz oyunu haline getirilmiştir. Ayrıca tulûat tiyatrolarının Hain Kahya, Sahte Kedi gibi oyunlarından da yararlanılmıştır.

Kaynak: Cevdet Kudret “ Karagöz”

Şeyh Küşteri





Karagöz ve Hacivat’ın yaşanmışlığı sorunu ile ilgili bir konu da karagöz’ün kurucusu diye bilinen Şeyh Kûşteri’dir. Şeyh Kûşteri’yi gölge oyunu ile bağlantılı kılanda Karagöz ve Hacivat’ın Sultan Orhan zamanında yaşadığı varsayımını konu alan söylencedir. Bu söylenceye göre; Sultan Orhan, Karagöz ile Hacivat'ı öldürtmüşse de, bir süre sonra iç acısı çekmeye başlar. Padişahın acısını dindirmek isteyen Şeyh Kûşteri, bir perde kurdurarak Hacivat'la Karagöz'ün deriden yapılmış tasvirlerini perde arkasında oynatıp onların şakalarını tekrarlayarak padişahı avutur.16. yüzyıldan itibaren perde gazellerinin hemen hepsinde Şeyh Kûşteri’nin adı geçmektedir. Karagöz perdesine de Kûşteri Meydanı denmektedir.
Kimi Araştırmacılar Şeyh Kûşteri’nin, İran’da Şüşter ya da Küşter adlı bir yerde doğup Sultan Orhan zamanında Bursa’ya yerleşmiş evliyadan, eser sahibi bir kişi olduğunu belirtiyor. Bir başka kaynak, adının Bağdat’ta bir mahalle olan Tüster’den geldiğini, gerçek adının “Abdullah Tüsteri” olabileceğini söylerken bir diğeri “Mehmet Küsteri Dede” olarak geçtiğini, Bursa’daki mezarının yeni olduğunu, 16. yüzyılda Mehmet Tüsteri adlı bir yazarında bulunduğunu belirtiyor.
Bu kaynakların çoğu Şeyh Kûşteri’nin gölge oyunu ile bağlantısına değinmemektedir. Evliya çelebi bile seyahatnamesinde Şeyh Kûşteri’nin adını Karagöz ve gölge oyunlarına ayırdığı bölümde değil de, gölge oyununda kullanılan kamış bir sazın mucidi olarak, müzikle ilintili bir bölümde anmaktadır.
Tüm bunlarla birlikte Şeyh Kûşteri’nin kimliği konusunda en önemli kanıt, ne yazık ki artık bulunmayan mezar taşındaki yazıdır. Bu yazıya göre, Şeyh Kûşteri Karagöz’ün yaratıcısıdır. 1961 yılına kadar Büyükşehir Belediye Binası bahçesinin karşısında bulunan bu mezar taşı kayıptır.
Bu verilerden yola çıkılarak Şeyh Kûşteri’nin gerçek bir kişi olduğu sonucuna ulaşılsa bile Karagöz’ü bulanın ya da onu Türkiye’ye getirenin Şeyh Kûşteri olduğu net değildir. Önemli olan karagözcülerin bulunmuş, kurulmuş oyuna Şeyh Kûşteri’yi önder, koruyucu ve kurucu olarak seçmiş olmaları ve onun adıyla oyunlarına ciddi, yapıcı, eğitici, ibret verici bir gerekçe ve temel bulmalarıdır.
Kaynak: Metin And “Geleneksel Türk Tiyatrosu”
Raif Kaplanoğlu

SINIR TANIMAYAN KARAGÖZ


Karagöz yalnız Türkiye'de değil, Türkiye dışında, birçok İslam ülkesinde ve Balkan ülkelerinde de etkisini göstermiştir. Türkler dışarıdan aldıkları gölge oyununa Türk yaratıcılığını, beğenisini, sanat gücünü katıp onu geliştirerek, görüntüleri deri sanatındaki ustalıklarıyla işleyip Osmanlı imparatorluğunun geniş etki alanı ve çevresinde yaymışlardır.

Türkiye'ye Mısır'dan gelen gölge oyunu, yeni bir kimlik kazanarak yeniden Mısır'a dönmüştür. Nitekim birçok gezgin, 19. yüzyılda Mısır'daki gölge oyununu anlatırken, bunun Karagöz olduğunu, Mısır'a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.

Karagöz'ün bugün de yaşayan en derin etkisi Yunanistan'da görülmektedir. Yunan Karaghiozis'i her bakımdan Türk Karagöz'ünün bir dalı, bir çeşitlemesidir. Yunan Karagöz'ü tarihi gelişmesinde üç aşama göstermiştir. 1821 ayaklanmasından önce Yunanistan'da Türkiye'den gelen Karagöz gösterilmektedir. 1822'de sultanın ordusu Yanyalı Ali Paşa'yı yenik düşürdükten sonra Yanya'daki Yunan Karagözcüleri Paşa'yı perdeye çıkarmışlardır ve oyundaki Türk kişilerine rağmen, bilinçli bir Yunanlılık yavaş yavaş kendini göstermiştir. Oyundaki kişilere Büyük İskender, Antakya Kralı gibi kendi kişilerini de katmışlardır. 1830'dan sonra güney Yunanistan özgürlüğüne kavuşmuş ve Atina'da
Karagöz oynatılmıştır, bunlarda Türk etkisi belirgindir.
Türk Karagöz'ü gibi Yunan Karagöz'ünün de siyasal yanı güçlüdür. "Yalova Safası", " Salıncak" oyunlarının konularında olduğu gibi, kişilerinde de Türk etkisi kendini gösterir. Kişiler iki karşıt kesime ayrılır Karaghiosiz (Karagöz) ile Hatziavatis (hacivat) oyunun baş kişileridir. Karagöz'ün karısı "Aglaia" veya "Karaghiozaina", annesi "Ambla", Karagöz'ün oğulları "Virkiko", "Kopritis" ve "Kollitiri", bir çeşit Frenk olan "Nionios", Hırbo'ya benzeyen "Baba Yorgos", Çelebi'ye benzeyen "Selim Bey", Arnavut taklidine benzeyen "Derven Ağa" gibi çeşitli benzerliklere rastlanır.

Kaynak: Metin And “Geleneksel Türk Tiyatrosu”

Hayâlî



Eskiden Karagöz oynatan kişiye Hayâlî, Hayâlbâz, Şebbâz isimleri verilirken günümüzde Usta diye anılmaya başlandı. Gerekli malzemelerin bulunduğu takıma Hayâl sandığı veya takım ismi verilir. Takımı tamam Hayâlîye ise sandığı tamam denir.Hayâlî Karagöz oyununun tek aktörüdür. Tasvirleri işler, onları oynar, seslendirir. Tasvirlerini kendi yapanlar olduğu gibi başkasının tasvirleri ile oynayanlar da vardır. Hayâlî oyunu yazar, oyunu adapte eder-uyarlar, duruma göre doğaçlama yapar, tuluat yapar. Tûluat denilen doğaçlama konuşma yetisi ve espri kabiliyeti Karagöz oyunları içinde önemli bir yer tutar. Tiyatro eğitiminde kullanılan ses tekniklerini kullanan Hayâlîler perdedeki tüm tiplerin seslerini tek başlarına konuşurlar. Hayâlî aynı zamanda Türk müziğini bilecek, tiplerin şarkılarını söyleyecek ve farklı şiveleri konuşacaktır. Temiz bir İstanbul Türkçesi kullanır. Dialekt yapar tipleri konuşur. İyi bir icracıdır tiplerin perdeye gelişlerinde şarkılarını söyler. Oyunculuk bilgisi olmayanın Hayâlî olma şansı zayıftır.
Hayâl ustasının yardımcısına eskiden Çırak, Çırağın yardımcısına da Sandıkkâr ismi verilirdi. Karagöz oyununda şarkıları türküleri okuyan kişiye Yardak, tef çalan yardımcıya Sazende ismi verilir.Günümüzde Hayâlî ustanın tek bir yardımcısı var ve buna Yardak deniyor. Hayâlî’ye oyun sırasında “Yardak” denilen yardımcısı yardım eder. Yardak, oyun tasvirlerini perdeye giriş sırasına göre ustaya verir, def çalarak müziğe eşlik eder, oyunun efektlerini yapar. Karagöz, pek çok disiplini bünyesinde barındıran zorlu bir sanattır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin I. Cildinde S.654’de tespit ettiği devrinin ünlü Karagöz ustalarını şöyle sıralar: 1700 lü yıllarda yaşayan Bekçi Mehmet, Sarı Ahmet, Şerbetçi Emin, 1800 lü yıllarda Hayali Berber Sait, Hayali Hamit, Papol Ahmet Efendi, Kıbrıslı Agah Efendi, Hayal Küpü Emin Ağa, İhsan Efendi, Küçük İsmail Efendi, Sıracalı İsmail Efendi, Arap Cemal Efendi, Erenköylü Haydar Bey, Hımhım Hüsnü Efendi, Cerrah Salih Efendi, Kâtip Salih Efendi, Tahir Ağa, Arap Ömer Efendi, Kör İzzet Efendi, Yorgancı Abdullah Efendi, Şeyh Fehmi Efendi, Kâtip Mahmut Bey, Püsküllü Hüsnü Efendi...Yakın Tarihimizin Hayâlîleri: Kör İmam, Katip Salih, Cerrah Salih, Yorgancı Abdullah, Kantarcı Hakkı, Şekerci Derviş, Aktar Rıza, Usturacı Mustafa, Çilingir Ohannes, Küçük İsmail, Zenne Sait, Miralay Neşet Bey, Şeyh Tahir AğaBu ustaların asıl geçimlerini temin ettikleri birde meslekleri vardı. Kimi marangoz, kimi demirci, kimi medrese de hoca idi.

Karagöz oyun malzemeleri



Eskiden boyutları 2 m. ile 2,5 m. olarak değişen bir duvardan bir duvara ip ile gerdirilen Kâr-i kadim (eski usul) perde, taşınması ve kurulması zaman almayan bir özellik taşırdı. Basmadan yapılan ortasına aynası sabit dikilen bu perdenin örneklerine Ressam Muazzez’in eserlerinde rastlıyoruz.Şimdilerde ise Nev-i icad (yeni buluş) olarak isim verilen paravana şeklinde sahnenin yapıldığını görüyoruz. Karagöz'ün oynatıldığı beyaz perdeye "ayna" adı verilir. Patiskadan Ayna ismi verilen bezin ölçüleri 110 cm x 80 cm. olarak yapılıyor. Perdenin hemen arkasına Peş tahtası veya Destgah (bir nevi raf) ismi verilen parça eklenir. Bunun üzerine def, ışık kaynağı, zil, nareke (kamış düdük) vs. konulur. Elektrik ışığı olmadan çok önceleri ışık kaynağı olarak hayal perdesinde mum ışığı veya şem’a kullanılırdı. Şem’a çanak içerisine konulan beziryağı, zeytinyağı gibi maddeler içerisine sarkıtılan fitilin yakılmasıyla elde edilen ışığın adıdır. Alevin parlamaması için, yağı soğutmak amacıyla yağ içerisine zincir daldırılırdı.Oynatma çubukları gürgen ağacından yapılma boyları 50-60 cm. arasında değişir. Bu çubukların şekillerden çıkmaması için uçları ısıtılır veya mum kabına batırılır ya da hafif ıslatılırdı. Perdeler önceleri 2 x 2,5m iken sonraları 110 x 80 cm ebadında yapılmaya başlanmıştır. İç tarafta perdenin altında kurulmuş "peş tahtası" vardır. Eskiden peş tahtası üstüne tasvirler, hayal ağacı, def, şem'a, oyun metni vb. konulurdu.
Karagöz oyununda tasvirlerin yanısıra tasvir sopaları, zil, def, nâreke (kamış düdük), perdeyi aydınlatan ışık kaynağı kullanılır.

Tasvir Yapımı


Gereken Malzeme: Karagöz tasvirleri yapmak için gerekli malzemeler şunlardır:
1. Üzerinde tasvirleri delmek ve işlemek için ıhlamur ağacından enine kesilmiş, yaklaşık 10 – 15 cm yüksekliğinde bir kütük. Çalışırken düz durması için dengeli kesilmesi, suyunu çekmiş ve kuru olması gerekir.
2. Tasvir yapımında kullanılan şeffaf, çiğ manda, sığır, bulunabiliyorsa deve derisi.
3. Deri üzerine çizim yapabilecek nitelikte çeşitli kalemler. Siyah olanlar tercih edilmelidir.
4. Tasvir kalıpları.
5. Deriyi kesebilecek kuvvetli bir makas.
6. Nevregan denilen deri üzerinde çeşitli şekillerde delik açmaya, delmeye ve deriyi kesmeye, temizlemeye yarayan çelik uçlu bıçaklar.
7. Zımbalar, biz, falçata.
8. İnce ve orta kalınlıkta zımpara.
9. Hazır kimyasal boyalar. (Sarı, kırmızı, yeşil, mavi, turuncu, siyah vb.)
10. Samur uçlu ince, orta ve kalın boylarda fırçalar.
11. Misina, katküt. İstenirse kök boya yapmak için çeşitli bitki ve materyaller kullanılabilir. Kaynatmak suretiyle elde edilen renklerin bir kısmı sıcakken, bir kısmı soğuk halde deri üzerine uygulanır. Boyanın deriye işlemesi için birkaç kat sürmekte yarar vardır. Siyah mürekkep yerine Osmanlı Hat mürekkebi de kullanılabilir.
Tasvir Yapımı: Karagöz yapımında kullanılan esas malzeme çiğ deri diye tabir edilen şeffaf halde tabaklanmış sığır, dana ve deve derileridir. Özel bir tabaklama işleminden geçirilen derinin kepekle kılları dökülüp, yağları bıçaklarla kazındıktan sonra güneşte kurumaya bırakılır. Tabaklamada zırnık kullanılırsa derinin sarı renk aldığı görülmüştür. Zırnık yerine kepekle doğal tabaklanan, sonra kireç içine daldırılan derilerde ise daha beyaz bir görünüm elde edilir. Tasvir yapımından önce bu kireçli derinin kazınması gerekir. Dünyada gölge tiyatrosu yapan pek çok ülke, deri yerine plastik, karton veya tahta kullanıyor. İstenen şeffaflığı elde edemiyorlar. Şeffaf ve kolay işlenir malzeme olduğu için, sanat değeri yüksek olduğu için biz deri kullanıyoruz. Deriden, yapacağımız tasvir ebatlarında küçük parçalar keserek üzerine çizim yaparız. Kesilen ve çizim yapılan parçayı su ile tavladıktan sonra makasla etrafını keseriz. Deriden her bir parçayı ayrı ayrı kesip çıkarırız. Oynar parçalar gövde, etek, ayaklar varsa kol ve diğerleri teker teker çıkarılır. Sonra yumuşak olduğu için ter
cih ettiğimiz ıhlamur kütüğü üzerinde deriyi işlemeye başlarız. Nevreganlama işlemi çelik bıçaklarla yapılır. Delme işlemi (Nevraganlama), daha sonra kullanılan bıçaklara ad olmuştur. Nevregan denilen özel uçlu çelik bıçaklar, bizler aracılığı ile deriye delikler açarız. Pürüzleri, çapakları kazıma bıçağıyla kesip deriyi temizleriz. Açılan bu delikler tasvirlerin hatlarını belirler ve ışığın perdeye geçmesine yardımcı olur. Baskı altında tutup düzelttiğimiz deri bu esnada kurur. Kazıma ve zımparalama işleminden sonra boyama aşamasına geçeriz. Çeşitli bitki, kök ve doğal boyarlardan hazırladığımız kök boyalarla tasvirleri boyarız. Kontürlerini yani çevre çizgilerini is mürekkebi ile çektikten sonra tasvirin bağlantılarını yaparız. Eskiden bağırsakla bağlanan parçalar bugün katküt, balmumlu ip ya da misina ile dikilmektedir. Deriden kesilen bozuk para büyüklüğündeki pullar – düğmeler de yerine dikilir. Düğmenin ortasına zımba ile oynatım sopasının gireceği delik açılır. Artık tasvirimiz oynatıma hazır demektir. Tasvirlerimizi nemden ve aşırı güneşten korumak gerekir. Nem derinin yumuşayıp çürümesine, güneş ise kavrulup bükülmesine neden olur. Tasvir üzerine sürülen zeytinyağı, asit etkisi ve sakızlanma sürecine girmesi yüzünden tasviri korumaya uygun değildir. Deriyi korumak için yumuşak bir bezle silmek ve zaman zaman baskı altına almak yeterlidir.

Karagöz Musikisi



Karagöz oyununun bir başka önemli yanı musikiyle olan yakın ilişkisi. Oyun musikiyle başlıyor ve musikiyle bitiyor. Karagözcülerin bu nedenle, doğaçlama için gerekli yeteneklerin, taklit becerisinin, gündemi takip etme ve iyi yorumlama çabalarının dışında bir musiki eğilimine de sahip olması gerekiyor. Geçmiş Ramazanlarda, iftar sofrasından kalkılır kalkılmaz Karagöz oyunlarına koşulmasının sırrı, oyunun böylesine bütünlüklü bir eğlence sunmasında aranmalı belki de. Güldürü, taşlama, tiyatro, güncel olayların analizi ve elbette güzel müzik... Karagöz oyununun kökeni hakkında muhtelif rivayetler olduğunu söylemiştik. Bunlardan biri de Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır seferi ve fethinden sonra oyunun Kuzey Afrika’dan Osmanlı’ya geldiği yönünde. Yavuz, burada seyrettiği dramatik bir gölge oyununu, bir çocuk eğlencesi olarak şehzadelerin seyretmesi için saraya taşır. İspanya’dan göçen Yahudilerin ya da doğudan batıya göçen Çingenelerin oyunu İstanbul’a taşıdığı da söylenir. Oyun hakkındaki ilk belge ise 1582 tarihli Surname-i Humayun. Belgede, şehzadelerin sünnet törenlerinde Karagöz Hacivat oynatıldığı belirtilmiş. Oyunun kökenine ilişkin olarak akla en uygun formül ise, Karagöz oyununun, fethettiği yerlerin kültürünü yok etmek yerine, onlardan yararlanmayı, bu kültürlere uyum sağlamayı seçen Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri gölge oyunu ile Anadolu kültüründeki başlıca figürlerin birleştirilmesinden doğan bir sentez olduğu... Kökeni ne olursa olsun, bu oyunun bizim topraklarımıza ait bir kültürel değer olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Ve bize ait bu kültürel değer, yine bizim ilgimizi bekliyor.

Karagöz'ü Biz mi Öldürdük ?



``Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer`` derlerdi, eskiden büyüklerimiz.... Estetiğin toplum yaşamında günümüzde olduğundan daha fazla önemsendiği, mizah anlayışının henüz şimdiki gibi bel altına inme pespayeliğine düşmediği, hele hele hiciv denilen sanatın kirli çamaşırları ortaya dökmekten çok, inceden inceye dalga geçme sanatı olduğu devirlerdi... İşte o dönemlerde, dünyanın başka hiçbir kültüründe olmadığı kadar zarif bir sanatımız vardı... Karagöz - Hacıvat...
Gazetelerin, radyo - televizyon gibi iletişim araçlarının olmadığı zamanlarda toplumun en önemli eğlencesi olan Karagöz sanatı insanları sadece güldürmekle kalmamış, estetiğin ön planda tutulduğu bir hiciv sanatı olarak toplumsal bilinç (belki kamuoyu da diyebiliriz) oluşmasında öncü bir rol oynamıştır. Tâ ki devlet yöneticilerinin bu yergiden rahatsız olup Karagöz oyunlarını yasaklamalarına kadar. Evet yanlış okumadınız , Karagöz oyunları bir dönem yasaklanmış.. 2. Abdulhamit döneminde Karagöz'ün yergileri yönetimi o kadar rahatsız etmiş ki çareyi yasaklamakta bulmuşlar ve çok ağır cezalar getirmişler. O zamana kadar yazılı bir metne bağlı olmadan güncel olayların mizahi bir dille yorumlandığı Karagöz oyunları, ancak önceden kontrol edilecek yazılı metinler ile oynatma şartı ile yeniden serbest bırakılmış. İşte o tarihten sonra Karagöz oyunu hiçbir özelliği olmayan kaba saba bir çocuk oyunu durumuna düşmüş ve bu şekilde gelenekselleşerek günümüze kadar gelmiş. Ama artık devir o devir değil, Karagöz yavaş yavaş asli kimliğine yeniden kavuşma yolunda ilerliyor.

Karagöz ve Hacivat


Karagöz: Oyuna adını veren esas tiptir. Tahsil görmemiş bir halk adamıdır, sokak dili ile konuşur. Hacıvat’la birlikte oyunun iki temel kişisinden biridir. Cahil cesareti diyebileceğimiz bir cesarete ve gözüpekliğe sahiptir. Bu yüzden tekin olmayan kişilerle başı sık sık derde girer. Sürekli Hacıvat’ın yardımını görür. Okumamış ama zeki ve hazırcevaptır. Öğrenim görmüş kimselerin yabancı sözcük ve dil kuralları ile alay eder. Devamlı olarak anladıklarını anlamaz görünür, kelimelere ters anlamlar yükler. Böylece toplum içindeki iki ayrı zümrenin dillerinin çatışması ortaya serilir. Hacıvat’la söylediklerini yanlış anlıyormuş gibi eğlenir. Sözlerine farklı ifadeler yükler. Genelde işsizdir, boş gezer. Hacıvat’ın bulduğu işlerde çalışır. Yerinde duramayan, herşeye burnunu sokan meraklı bir tiptir. Bunun sonucu başı dertten kurtulmaz. Herşeye burnunu sokan Karagöz sokağa inmediği zaman pencereden kafasını uzatır veya evin içinden seslenerek işe karışır. Özü sözü bir, düşüncesini söylemekten çekinmeyen patavatsız bir kişi olduğu için kendini hep zor durumların içinde bulur. Yine de işin içinden sıyrılmasını bilir. Değişik oyunlarda değişik kıyafetler içinde görülebilir. Kadın Karagöz, Gelin Karagöz, Eşek Karagöz, Çarpılmış Karagöz, Çıplak Karagöz, Süpürgeli Karagöz, Bekçi Karagöz, Çingene Karagöz, Sandalcı Karagöz, Tulumlu Karagöz, Davullu Karagöz gibi çeşitleri vardır. Oyun içinde rol gereği kıyafet değiştirse de, oyun sonuna daima kırmızının hâkim olduğu bilindik görüntüsü ile çıkar.


Hacıvat: Hacı İvaz, Hacı Ayvaz veya Bursalı Hacı Ivaz adları ile de anılır. Medrese eğitimi görmüş, Arapça ve Farsça kelimelerle, tamlamalarla konuşan, her konuda bilgi sahibi olan biridir. Karagöz’le sürekli bir didişme içindedir. Ders verir tavrı, bilgiçliğe döner. Bazen bu çok bilmiş tavırları başlarını derde sokar. Yine de çeşitli badireler onun sayesinde atlatılır. Kıyafetine yeşil renk hâkimdir. Karagöz gibi değişik tasvirleri vardır. Kadın Hacıvat, Keçi Hacıvat, Çıplak Hacıvat, Kâhya Hacıvat, Sandalcı Hacıvat. Aynı şekilde oyun içinde kıyafeti değisse bile oyun sonunda klasik yeşilin hakim olduğu kıyafeti ile görünür.





KLASİK KARAGÖZ OYUNLARININ BAŞLICA TİPLERİ


Karagöz oyunlarının ortaya çıkışı hakkında kesin olarak ortaya konulabilen bilgilerin olmadığını ve bu konuda öne sürülen tüm bilgilerin birer varsayımdan öte gidemediğini yazmıştık. Karagöz oyunları nasıl ortaya çıkmış olursa olsun değişmez bir olgu var ki o da oyunlarda rol alan tiplemelerin birden bire oyunların içine girmiş olması değil zaman içinde Karagöz perdesinde yer almış olduklarıdır. Padişah 2. Abdulhamid döneminde tüm tiyatro oyunlarına olduğu gibi Karagöz oyunlarına da sansür konmasından sonra oyunlarda (ya da geleneksel Türk tiyatrosunda) eskiden olduğu gibi doğaçlama geleneği yavaş yavaş terk edilmeye başlanmıştır. Çünkü doğaçlama oyunlar yapısı gereği güncel olayların mizahi bir dille seyirciye aktarılması temeline dayanır ki, doğaçlama oynatıldığında siyasal taşlamalar yapılması tabii ki kaçınılmazdır. Ancak bu dönemden önce tüm oyunlar doğaçlama oynatıldığından günlük hayatta toplum hayatında yer edinmiş olan kişiler ya da etnik gruplar Karagöz perdesine yansıtılmışlardır. Bu açıdan bakıldığında Rum, Arnavut, Rumelili gibi tiplemeler Osmanlı Devletinin genişlemesine paralel olarak toplum hayatının bir parçası olmuşlar ve bu da Karagöz perdesine yansımıştır. Karagöz oyunlarında oyun metinlerini ezberlemek yerine tiplerin genel karakteristik özelliklerini bilmek yeterlidir. Çünkü bu tiplemeler belli olaylar karşısında belli davranış kalıpları sergilerler. Karagöz dobra, hilesiz, zaman zaman patavatsız, Hacıvat iş bilir kaypak, Tuzsuz Deli Bekir kabadayı vs.
Karagöz konusunda araştırma yapmış kişiler oyunlardaki tiplemeleri çeşitli sınıflandırmalara ayırmışlardır. Bu sınıflandırmalar genellikle şive taklitleri üzerine kurulmuştur. Prof Metin And ise bu sınıflandırmayı 11 bölümde yapmıştır;

Eksen Kişiler (Karagöz, Hacıvat)
Kadınlar (Zenneler, Kanlı nigar, Salkım İnci, Karagöz'ün karısı, Hacıvat'ın Kızı vs.)
İstanbul ağzı konuşanlar (Çelebi,Tiryaki)
Anadolulu kişiler (Laz, Bolulu, Kayserili, Kürt, Kastamonulu)
Anadolu dışından gelen kişiler (Arnavut, Arap, Acem)
Müslüman olmayan kişiler (Rum, Ermeni, Yahudi)
Kusurlu ve ruhsal hasta olan kişiler (Kekeme, Kambur)
Kabadayılar ve sarhoşlar (Matiz, Tuzsuz Deli Bekir, Sarhoş)
Eğlendirici kişiler (Köçek, Çengi, Cambaz, Hokkabaz)
Olağanüstü kişiler ve yaratıklar (Cazular, Cinler, Canan)
Geçici, ikincil kişiler ve çocuklar (Çeyiz taşıyıcaları, Satıcılar vs.)

Bu listedeki tiplemeler klasik Karagöz oyunlarında kullanılagelen tiplemelerdir. Bunların dışında her Hayâlî'nin kendine göre yaptığı tiplemeler olabilir. Özellikle de güncel hale getirilip doğaçlama oynatılan oyunlarda toplumun ilgisini çeken kişiler ya da varlıklar Karagöz perdesinde yer alabilirler. Bu açıdan Karagöz oyunlarında rol alan tiplemeleri buradakilerle sınırlamak doğru değildir.



Çelebi: Karagöz ve Ortaoyunu'nda genç erkeği oynayan, İstanbul ağzıyla konuşan bir tiptir. Eskiden okumuş, tahsil görmüş eğitimli kişiler için kullanılan Çelebi tâbiri, bey ve efendi kelimelerinin yerini tutardı. Eğlenceyi sever, sürekli âşıktır. Kibar ve mirasyedidir. Güzel konuşmayı ve gezmeyi sever. Kadınlara düşkünlüğü ile bilinir. Kıyafeti yıllar içinde zennelerle birlikte en çok değişiklik gösteren tiptir. Modayı yakından takip eder. Osmanlı yaşantısındaki toplumsal değişimleri en bariz gösteren Karagöz tipidir. Toplumsal değişimleri Çelebi kıyafetleri üzerinde görmek mümkündür. İlk zamanlar sarıklı, kaftanlı çelebilerden Tanzimat sonrası fesli, setreli, redingotlu, İstanbulinli çelebilere bir değişim gözlenir.






Karagözün Karısı: Karagöz Hacıvat'la konuşurken daima içerden seslenen karısı genelde görünmez. Oyun başında Hacıvat'ın tegannisiyle, Karagöz'ün bağırması sonucu uyanan çocuğunu uyutmaya çalışır.

Tuzsuz Deli Bekir: Mahallenin belalısıdır bazılarına göre yiğit bir delikanlıdır. Oyunda son anlarda çıkar onun gelmesi ile düğüm çözülür. Suçluları cezalandıran, mahallede düzeni kuran odur. Adaleti kendi bilek gücü ile sağlar, suçlulara moral dersi vermez çoğunlukla onları bağışlar. Mahallede ona karşı çıkabilen tek kişi Karagöz'dür. Laz: Karagöz oyununda kayıkçılık ve kalaycılık yapan tip. Temel, İdris gibi isimler alır. Karadeniz'in çeşitli yörelerine ait dialektler kullanır. Çok süratli konuşup karşısındakine söz vermez. Ağzı kalabalık, geveze bir tiptir. Yöre insanının aceleci, hareketli yapısını yansıtır. Çabuk sinirlenir, çabuk yatışır. Yerinde duramayan sustuğu zaman heykel gibi duran, konuştuğu zaman makine gibi konuşan karşısındakini dinlemeyen bir tiptir.








Beberuhi:
Karagöz oyununda kötü huylu cüce tipi. Saray soytarıları gibi vücudu gelişmemiş, aklı kıttır. Çabuk ve duraksamadan konuşur. Başkalarını, özellikle Karagöz'ü kızdırmaktan hoşlanır. Yılışık, sulu, alaycı, herkesle dalga geçen densiz bir tiptir. Oradan oraya laf taşıyarak herkesi birbirine düşürür. Etrafa kulak asmaz, devamlı olarak söz söyler, boyu kadar uzun bir külahı ve kimi kez de külahın ucunda feneri vardır.










Acem: Karagöz ve Ortaoyunu'nda görülen Azerbaycan2dan ya da İran'dan gelen Azeri kökenli Türktür. Zengin bir halı tüccarıdır, ticaretle uğraşır. Çoğu kez halı tüccarı olması yanısıra tömbekici, antikacı ya da ara sıra tefecidir. Eliaçık, gönlü yüce, ancak atıp tutan bir kişidir. Abartma huyu çok belirgindir, inatçıdır, nispet yapar. Karagöz2ün karşısında yüksekten atar. Karagöz ise bu kişinin sözlerini kaba nüktelerle karşılar. Eğlence düşkünü olduğu kadar kendine dalkavukluk edenden hoşlanır. Şiire düşkündür. Farsça beyitler okumaya bayılır. Karagöz ise Türkçe maniler okuyarak oyuna komik unsurlar katar.

Karagöz Tarihçesi


Geleneksel Türk tiyatrosu ortaoyunu , meddah , köy seyirlik oyunları ve gölge oyunu olarak dört ana bölüme ayrılır.
Gölge oyunu;deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanır. Doğu kültürlerine özgü bir sanat olan gölge oyununun ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar. Bir başka rivayete göre ise Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya (Java'da
Wayang Kulit adını alır)geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır. Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir. Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir. Bu tekniğin Türk halk kültüründe ne zaman Karagöz olarak ortaya çıktığı hakkında değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulucami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz (Hacıvat) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır,bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş, Hacıvat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacıvat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.
D.T.C.F Tiyatro kürsüsü eski başkanlarından Prof. Metin And’a göre ise, 1517 yılında Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in Memlük sultanı Tumanbay’ın Nil nehri üzerindeki Roda adasında asılışını hayal perdesinde canlandıran bir hayal sanatçısını, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da görmesini arzu ederek İstanbul’a getirmesiyle
gölge oyunu Anadolu’ya girmiştir: “Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır’dan almışlardır. Mısır oyunlarında birbirinden kopuk sahneler bulunduğu için ilk başlarda Türk gölge oyunlarında da buna uyulmuştur. Ayrıca, Mısır gölge oyunlarında belirli, kalıplaşmış kişilere pek rastlanmaz. Nitekim 16. yüzyılda Karagöz ve Hacıvat’ın adını pek duymayız. Böylece, Mısır’dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış, çok renkli, hareketli bir biçim verilmiş, kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı çevresinde yayılmıştır. Böylece gölge oyunu Mısır’a yani geldiği yere bu yeni biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim bir çok gezgin, 19. yüzyılda Mısır’daki gölge oyununu anlatırken, bunun karagöz olduğunu, Mısır’a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.”*
Evliya Çelebi’ye göre ise; Efelioğlu Hacı Eyvad, Selçuklular çağında Mekke’den Bursa’ya gidip gelen Yorkça Halil diye tanınmış biridir. Bu yolculuklardan birinde kendisini eşkiyalar öldürmüştür. Karagöz ise Bizans Tekfuru Kostantin’in seyisi olup Edirne dolaylarında Kırk Kilise’den kıptî Sofyozlu Balî Çelebidir. Yılda bir kez Tekfur kendisini Alaeddin Selçuki’ye gönderdiğinde Hacıvat ile buluşup konuşurlardı. Gölge oyunu sanatçıları onların söyleşmelerini gölge oyunu olarak oynatırlardı. Ancak bilindiği gibi Anadolu Selçuklu devleti 1308-1318 yıllarında son bulmuştur, Evliya Çelebi ise 1611 yılında doğmuştur. Evliya Çelebi'nin kendi doğumundan yaklaşık 300 yıl önceki bir olay hakkındaki görüşlerinin güvenilirliği yoruma açıktır. Karagöz ile Hacıvat’ın gerçekten yaşayıp yaşamadıkları ise hiçbir şekilde ispat edilememiştir.
İslam dünyasında bu oyuna zıll-i hayâl (hayal gölgesi), hayâl-el sitare (perde hayâli) gibi adlar verilmiştir.Bazı islam tasavvufçularının eserlerinde hayâl sahnesi Dünya’ya, insanlar ve diğer varlıklar perdedeki geçici hayallere benzetilmiş,oyundaki hayaller nasıl perde arkasındaki sanatçı tarafından oynatılıyorsa, evrendeki varlıkları da görünmeyen bir yaratıcının hareket ettirdiği anlatılmıştır.
16. yüzyılda hayâl oyununun yaygınlığını ve Osmanlı eğlence sanatlarının başlıcalarından olduğunu gösteren pek çok belge vardır. Şeyhülislam Ebussuut Efendi’nin (1490-1574) hayâl oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği yolundaki fetvası bunların en önemlisidir.Ebussuut Efendi;Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtın Limen huva fi ilmil-hakikatı râkıŞuhusun ve eşbahun temerru ve tankadîVatefna serian vel-muhariku bakî.(Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda büyük ibretler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip geçiyor ve çabucak yok oluyor, onları oynatan ise durucu kalıyor) demiştir.
17. yüzyılda belgeler daha da çoğalmaktadır .Evliya Çelebi, Naima gibi yerli yazarların eserlerinden ve o çağda İstanbul’da bulunmuş Avrupalıların anı ve gezi kitaplarından öğrenildiğine göre ramazan ayında
ramazan eğlenceleri yapılan kahvehanelerde, başka zamanlarda da evlenme, doğum, sünnet düğünü vs. dolayısıyla saray, konak ve evlerde yapılan şenliklerde oynatılan bu oyunlar Osmanlı toplumunun belli başlı eğlencelerinden biriydi.
19. yüzyılda da yine sarayın ve halk toplantılarının gözde eğlencelerinden olan olduğunu yerli ve yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Söz konusu yerli kaynaklara göre, II. Mahmut devrinde şehzadelerin sünnet düğününde geceleri on bir ayrı yerde Karagöz oynatılmıştır. Abdülaziz ve II. Abdülhamit devirlerinde bazı Karagöz sanatçıları Mızıkayı Hümayun himayesine alınmışlardır.

KARAGÖZ VE OYUN BÖLÜMLERİ



Karagöz deve veya manda derisinden yapılan tasvir adı verilen insan, hayvan veya eşya şekillerinin çubuklar yardımıyla arkadan verilen ışıkla beyaz perde üzerinde hareket ettirilmesi esasına dayanan gölge oyunudur. Oyun adını, baş kişisi olan Karagöz'den almaktadır. Gölge oyunu ülkemize Yavuz Sultan Selim'in 1517'deki Mısır seferi sonrası 16. yüzyılda gelmiştir. Mısır'ı fetheden Yavuz Sultan Selim'in Memlük sultanı Tomanbay'ın asılışını hayal perdesinde canlandıran bir hayal sanatçısını, oğlu Kanuni Sultan Süleyman'ın da görmesini arzu ederek İstanbul'a getirmesiyle gölge oyunu İstanbul'a gelmiştir. Türkler 16.
yüzyıl başlarında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır'dan almışlardır. Mısır Memluklarının gösteri yaptıkları siyah, ışık geçirmeyen, arabesk motiflerle işlemeli tasvirleri, şeffaf ve renklendirilmiş deri üzerine işleyen Türkler, bu sanata farklı bir nitelik kazandırdılar. Mısır oyunlarının olay örgüsünün birbirinden kopuk yapısını düzenleyip yeni bir biçim verdiler. Oyun tipleri Osmanlı İmparatorluğu'nun bünyesinde barındırdığı halklar içinden ve mahalle geleneğinden seçilmiştir. Karagöz Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yayılmış, çevre ülkelerde etkili olmuş, geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Karagöz oyunu Mısır'a tekrar yeni biçimiyle dönüp ilgi görmüştür18. yüzyıldan itibaren kesin biçimini alan Karagöz halkın en sevilen eğlence türlerinden biri olmuştur. Karagöz, tek sanatçının yeteneğine bağlı olarak oynatılır. Karagöz'ü oynatan kişiye Hayâlî ya da Usta denir. Bir Hayâlî'nin her şeyden önce temiz bir İstanbul Türkçesine sahip olması, taklit yeteneğinin gelişmiş olması lazımdır. Tûluat denilen doğaçlama konuşma yetisi ve espri kabiliyeti Karagöz oyunları içinde önemli bir yer tutar. Tiyatro eğitiminde kullanılan ses tekniklerini kullanan Hayâlîler perdedeki tüm tiplerin seslerini tek başlarına konuşurlar. Hayâlî aynı zamanda Türk müziğini bilecek, tiplerin şarkılarını söyleyecek ve farklı şiveleri konuşacaktır. Hayâlî'ye oyun sırasında ''Yardak''denilen yardımcısı yardım eder. Yardak, oyun tasvirlerini perdeye giriş sırasına göre ustaya verir, def çalarak müziğe eşlik eder, oyunun efektlerini yapar.
Karagöz'ün oynatıldığı beyaz perdeye "ayna" adı verilir. Perdeler önceleri 2 x 2,5m iken sonraları 110 x 80cm ebadında yapılmaya başlanmıştır. İç tarafta perdenin altında kurulmuş "peş tahtası" vardır. Oyunda bunun dışında zil, tef, kamış, nareke (düdük), perdeyi aydınlatacak kandil veya ampul vardır... Karagöz oyunları dört bölümden oluşur.

A.Mukaddime (Giriş)

B.Muhavere (Söyleşi-Atışma)

C.Fasıl

D.Bitiş

A. Mukaddime: Oyun başlamadan perde ortasına göstermelik denen figürler (Limon ağacı, Çiçek saksısı, Gemi, Çeşme, Hamam vb.) yerleştirilir. Göstermelik hangi oyunun oynanacağına dair bir ipucu olabildiği gibi oyundan tamamen bağımsız da olabilir. Göstermelik Hayali ya da Yardağın çaldığı kamıştan yapılmış nareke ismi verilen düdüğün çıkardığı zırıltılı ses ve def velvelesi eşliğinde perdeden yavaş yavaş kaldırılır. Bu oyunun başladığına işarettir. Daha sonra seyirciye göre sol taraftan Hacıvat semai formunda bir şarkı söyleyerek gelir, şarkısını bitirdikten sonra perde gazelini okur. Perde Gazeli: Perdeden Göstermelik na’reke vızıltısı ve def velvelesi eşliğinde kaldırıldıktan sonra Hacıvat tarafından söylenen uyaklı manzum şiirlerdir. Hayali perde gazeline başlamadan “Oof Hay Hak!” diye yaratana seslenir. Oyunların tasavvufî yönlerinin ağırlıklı olarak vurgulandığı perde gazellerinde, yaratanın varlığı ve birliği övülürken insanın aciz bir kul olduğunun altı çizilir. Karagöz’ün ibret perdesi olduğu ve gösterinin bir ders niteliğinde olduğu belirtilir. En bilinen perde gazeli;
Nakş-ı sun’un remz ider hüsnünde rüyet perdesi Hace-i hükmü ezeldendir hakikat perdesi Sîreti sûrette mümkündür temaşa eylemek Hâil olmaz ayn-ı irfâna basiret perdesi Her neye im’an ile baksan olur iş âşikâr Kılmış istilâ cihanı hab-ı gaflet perdesi Bu hayâl-i âlemi gözden geçirmektir hüner Nice Karagözleri mahvetti bu sûret perdesiŞem-i aşkın yandırıp tasviri cismindir geçen Âdemi amed şüt etmekte azimet perdesi Hangi zılla iltica etsen fena bulmaz acep Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi Dergah-ı Âl-i Abâ’da müstakim ol Kemterî Gösterir vahdet elin kalktıkça kesret perdesi.

(Türk Folklor Araştırmaları Yıllığı, Karagöz Özel Sayısı, İstanbul Haziran 1959, Sayı 119, s: 1935-1936.)Bu gazel 1312 (H.) senesinde Üsküdar’da ölen Kemteri mahlasını alan Raşit Ali Efendi’nindir. Karagöze izafe edilen ve Bursa’da Çekirge yolundaki mezar taşına 1310 (H.) yılında yazılmıştır. Bu ve bunun gibi değişik perde gazellerinin okunmasıyla oyun açılmış olur. Perde gazeli bitimiyle Hacıvat seyirciyi selamlar ve Karagöz’ü çağırmak için teganniye başlar. Karagöz bağırmamasını söylese de Hacıvat bağırmaya devam eder. Bunun üzerine Karagöz aşağıya atlayıp, Hacıvat’la alt alta, üst üste kavga ederler. Hacıvat kaçar, Karagöz sırt üstü yerde yatarken anlamsız sözlerden oluşan tekerlemesini söyler. Karagöz Hacıvat’a kızıp söylenirken, “Bir daha gel bak ben sana neler yaparım” der. Hacıvat tekrar perdeye gelir ve Mukaddime biter, Muhavere (söyleşi – atışma) başlar.

B. Muhavere: Kelime anlamı karşılıklı konuşma olan muhavere, Karagöz ve Hacıvat’ın tüm özelliklerini bünyesinde barındıran bir bölümdür. Yanlış anlamalara dayalı, kelimelerin ses oyunlarıyla farklı anlamlarda kullanılmaları, ikilinin eğitim öğretim durumları ve kişilik özellikleri bu bölümde iyice belirginleşir. Eski oyunlardan günümüze ulaşan muhavereler asıl oyunun konusuyla ilgili değildir. Yeni yazılan muhavareler ise oyunla ilgili olabiliyor. Bu bölüm Karagöz’ün yabancı sözcükler kullanarak konuşan Hacıvat’ı yanlış anlaması ya da yanlış anlar görünmesi üzerine kuruludur. Böylece muhavere, ortaya türlü cinaslar ve nükteler çıkmasıyla sürer gider. Muhavereler her konuya açıktır, önceden bilinen bir muhaverenin içine günlük olaylar sokulabileceği gibi, günlük olayları şakacı bir dille eleştiren doğaçlama muhaverelerde olabilir. Bu Karagöz oynatan ustanın maharetine ve kültürüne bağlıdır. Evliya Çelebi’nin çok övdüğü Hayâlî Kör Hasanzade Mehmet Çelebi’nin akşamdan sabaha dek değişik taklitler yapıp herkesi hayretler içinde bıraktığı, 18. yüzyıl sonlarında yetişen Kasımpaşalı Hafız’ın da gece sabaha kadar sadece Hacıvat ile Karagöz’ü oynatıp konuşturduğu, dinleyenlerin çatlamak derecesine geldiği ve vaktin nasıl geçtiğini fark etmedikleri biliniyor. 18. yüzyıl sonlarında yetişen hayal küpü Emin Ağa’nın bir söylediği muhavereyi bir daha söylemez diye şöhreti vardır. Muhavere bölümü Hacıvat’ın Karagöz’den dayak yiyip kaçması, yalnız kalan Karagöz’ün “Sen gidersin de ben durur muyum. Ben de giderim evime bakalım ayine-i devran ne suretler gösterir” diyerek çıkması ile sona erer.

C. Fasıl: Oyunlara ad olan bölümdür. Karagöz oyunları isimlerini burada geçen olay örgüsünden alırlar. Karagöz ve Hacıvat dışındaki diğer tipler ağırlıklı olarak bu bölümde perdeye gelir, kendilerini gösterirler. Basit entrikalarla oluşan düğüm yine bu bölümde çözüme kavuşturulur. Hacıvat’ın Karagöz’e iş bulması, Karagöz’ün kendisini zor durumda bırakacak işler yapması en çok kullanılan temalardır. Akışa göre kendi kılık ve şiveleri ile çeşitli tipler perdeye gelip giderler. Gelen her tip kendi müziği eşliğinde şarkısını söyler.
D. Bitiş: Karagöz oyununun en kısa bölümü bitiştir. Fasıl bölümü sona erdikten sonra Karagöz ile Hacıvat perdeye gelirler. Burada kıssadan hisse söylenir. Gelecek oyunun adı, yeri ve zamanı konuşma arasında ilan edilir. Karagöz Hacıvat’ı tekrar döver, bunun üzerine Hacıvat, klasik sözü, “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” diyerek yukarı sola doğru perdeden ayrılır. Oyunu kapatan Karagöz’dür. “Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola! Bak yarın akşam ben sana neler ederim neler!” diyerek yukarı sağa doğru perdeden çekilir. Hayal perdesinde ışığın kararmasıyla oyun sona erer. Karagöz oyun metinleri Kar-i kadim ve Nev icad olmak üzere ikiye ayrılır. Eski Karagöz oyunlarına (Kar-i kadim), yeni olanlara ise (Nev icad) denir.

 

Dünden Bugüne Karagöz... Copyright © 2008 Green Scrapbook Diary Designed by SimplyWP | Made free by Scrapbooking Software | Bloggerized by Ipiet Notez